Modern Çağın Vebası: Depresyon

01 Kasım 2012 Yazan  
Kategori Sağlık

Dünya Sağlık Örgütü’nün son verileri, dünya üzerinde depresyonla mücadele eden yaklaşık 121 milyon insanın yüzde 20 ile 40’ının intihar girişiminde bulunduklarını, bu hastaların yüzde 10 ile 15’inin hayatını kaybettiğini gösteriyor. Peki, çağımızın en kritik hastalıklarından biri olan depresyonla mücadele etmek için neler yapmalıyız? Depresyonu hangi faktörler tetikliyor? DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü Yetişkin ve Aile Bölümü’nden Uzman Psikolog Tuba Akyüz’e göre hastalıkla başa çıkmak için ilk önce kişilerin durumu kabullenip, tedaviye direnmekten vazgeçmesi gerekiyor…

Dünya Sağlık Örgütü’nün yayınladığı son rakamlara göre, dünya üzerinde yaklaşık 121 milyon insan depresyonla mücadele ediyor. Mevsim değişimlerinde ve kış aylarının yaklaşmasıyla artış gözlemlenen bu hastalık çağımızın en büyük problemlerinden biri. Hayat boyu depresyona girme riskini daha fazla taşıyan grup ise kadınlar. Öyle ki bir kadının, hayatının herhangi bir döneminde depresyona girme olasılığı yüzde 10 ila 20 arasında değişirken bu rakam erkeklerde düşüyor. Ekonomik ve sosyal etkilerin tetikleyici olduğu depresyon hastalığının Türkiye’deki istatistiklerine bakıldığında, rakamların dünya ortalamasına paralel olduğu görülüyor. Özellikle 15 – 44 yaş aralığında gözlemlenen bu hastalığın belirtileri ve tedavi yöntemleri nedir? Neden depresyondayız? Giderek daha fazla mı depresyona giriyoruz?

Depresyonun, birçok faktörün bir araya gelmesiyle oluşan karmaşık bir psikiyatrik tablo olduğunun altını çizen DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü Yetişkin ve Aile Bölümü’nden Uzman Psikolog Tuba Akyüz, bu konuda yaklaşık 50 yıldır yapılan araştırmaların sonucunda, hastalığı tek nedene ya da formülasyona dayandırmanın mümkün olmadığını söylüyor. Akyüz, “Birkaç farklı yaklaşım olsa da hâkim görüş, depresyonun biyolojik, psikolojik ve sosyal faktörlerin bir araya gelmesiyle oluşan bir durum olduğu şeklindedir. Depresyonda genetik yatkınlık önemli bir faktördür. Araştırmalar gösteriyor ki, yakın aile fertlerinden birinde görülen depresyon, diğerleri için de depresyon riskini artırıyor. Bu durum özellikle iki uçlu depresyonda ve mevsimsel depresyonda daha da sık görülen bir durum. Ancak aile hikâyesinde depresyonun olmadığı örneklerde de depresyonu görmek mümkün” diyor.

BİYOKİMYASAL DEĞİŞİMLER TETİKLİYOR…

Biyolojik açıdan bakıldığında ise beyindeki biyokimyasal değişimlerin depresyonda etkili olduğunu anlatan Akyüz, psikososyal faktörlere de dikkat çekiyor. Akyüz, “Özellikle norepinefrin ve serotonin olarak adlandırılan nörotransmitterlerin üretim, salınım, geri alım vb. metabolizmalarında anormallik gözlenir. İlaçlar bu sistemleri düzenlemede yardımcıdır. Psikososyal faktörler depresyon oluşumunda farklı düzeylerde önemli etki oluşturmaktadır. Özgüveni düşük, içe kapanık, kendilerine ve çevresindekilere kötümser bakma eğilimi olan, insan ilişkilerinde daha zayıf ve stres toleransı daha sınırlı olan kişilerde depresyona yatkınlık görülür. Erken dönem ebeveyn kaybı, taciz, yalnızlık, sosyal desteğin sınırlı olması, kronik hastalıklar, iş kaybı, maddi kayıp, boşanma gibi travmalar da kişinin depresyona girme riskini artırır” diyor.

HASTALARIN YÜZDE 15’İ HAYATINI KAYBEDİYOR…

Endüstrileşme ve kentleşmeyle birlikte, bireyin üzerindeki ekonomik yükün ve çoğu zaman kronik bir hal alan stresin artması, sosyal çevrenin ve desteğin yetersiz hale gelmesi de depresyona karşı kişileri savunmasız bırakıyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün rakamları, dünya üzerinde depresyonla mücadele eden yaklaşık 121 milyon insanın yüzde 20 ile 40’ının intihar girişiminde bulunduklarını, bu hastaların yüzde 10 ile 15’inin de hayatını kaybettiğini gösteriyor. Yani depresyon, intiharın başlıca nedenlerinden biri.

Bununla birlikte depresyonun, bireylerin kişisel, sosyal ilişkilerinin bozulmasına, boşanmaya, iş kaybına ve tıbbi hastalıklara neden olabildiğini anlatan Tuba Akyüz, “Örneğin yapılan çalışmalar, depresyonun koroner kalp hastalığını ve kalp spazmı riskini artırdığını göstermiştir. Bireylerin bu hastalıkla mücadelede destek alması şart” diyor.

TEDAVİDEN ÇEKİNMEYİN!

Nüfusa oranla ruh sağlığı uzman sayısının az olması, bireylerin yardım almaktan çekinmeleri, ekonomik ve sosyal güçlüklerden dolayı depresyon hastalarının sadece 4’te 1’inin tedaviye başvurduklarına dikkat çeken Akyüz: “Depresyonda ilaç ve psikoterapi, uygulanan yöntemlerdir. Psikoterapi, etkisini ilaç kadar çabuk göstermemekle birlikte uzun dönemde en az ilaç tedavisi kadar etkilidir. Terapi gören kişilerde rahatsızlığın yeniden baş göstermesi oranı daha düşüktür ve bu kişiler, iyileşme sürecinde kendilerini çok daha iyi hissederler. Psikoterapi, depresyonun etkilediği kişiye ve ailesine depresyonla baş etmede yardımcı olur. En etkili psikoterapi yöntemleri bilişsel terapi (çarpık düşünceyi tanımlamayı ve düzeltmeyi öğretir), davranış terapisi (daha etkili davranış biçimlerini öğretir) ve kişilerarası terapidir (ilişki becerileri öğretir). Bilinmelidir ki depresyon, tedavisi olan bir hastalıktır. Erken dönemde yapılan yardımın, kişinin hayat kalitesini yükseltmede ve kişiyi risklerden korumada etkili bir yol olduğu unutulmamalıdır”.

BU BELİRTİLERE DİKKAT!

Dünya Sağlık Örgütü’nün istatistiklerine göre, depresyon 15-44 yaş arasındaki nüfusta daha fazla görülüyor. Sevilen birinin kaybı, yalnızlık, iş kaybı ya da işsizlik, kronik fiziksel hastalıklar, iş hayatında ve ilişkilerde yaşanan ve çözülmeyen problemler, iş yerinde yaşanan mobbing, alkol ve madde kullanımı, evlilik problemleri, şiddet ve istismar, emeklilik, yaşlılık, göçler, yaşanan terör olayları gibi birçok faktör tetikleyici olabiliyor.

Çocuk ve ergenlerin depresyonu yetişkinlerden farklı yaşayabildiğine dikkat çeken Akyüz, “Depresyon yaşayan çocuğun durgun ve mutsuz bir yüz ifadesi olur. Duygularını sözel olarak ifade etmede zorlandığı için davranışlarında farklılıklar gözlenebilir. Çabuk öfkelenir, huzursuzdur, ani tepkiler verir. Uyku ve iştah sorunları yaşar. Bununla birlikte karın ağrıları gibi fizyolojik belirtiler de görülebilir. Ergenlerde ise depresyon; sosyal izolasyon, agresif davranış, umursamazlık, uyku bozuklukları ve kilo kaybı, kol ve bacak ağrıları, baş ağrısı gibi fiziksel şikayetler, özgüven problemleri, aileyle çatışma, akademik başarıda düşme şeklinde kendini gösterir” dedi.

Kanlı Gözler Şakaya Gelmez

01 Kasım 2012 Yazan  
Kategori Sağlık

Hemen herkesin yaşadığı ancak çoğu zaman “geçer” diye önemsemediğimiz göz kanlanması, birçok göz hastalığının habercisi olabilir. Dünyagöz Etiler’den Dr. Melike Gedar, “göz kanlanması, üveit, enfeksiyon, romotalojik hastalıklar ve tiroid hastalığı gibi hastalıkların belirtisi olabilir” dedi

Bazı zamanlar göz yorgunluğu, klimalı, aşırı sıcak veya soğuk ortamlar ya da bilgisayar başında uzun süre çalışmak gibi nedenlerin tetiklediği göz kanlanması, gözün beyaz olan kısmındaki damarların genişlemesi sonucu oluşur. Çok ender olarak bu damarlarda olan çatlamalar kanlanmaya neden olur. Kanlanma tek bir gözde, sıklıkla da her iki gözde görülebilir. Ancak “önemsiz” gördüğümüz göz kanlanması, üveit, göz tansiyonu, tiroid ve romatizma gibi ciddi hastalıkların habercisi olabilir. Dünyagöz Etiler’den Dr. Melike Gedar, göz kanlanmasının ciddiye alınması gerektiğini söyledi.

TANSİYON YÜKSELMESİNDE GÖZE KAN OTURABİLİR

Özellikle tek gözde yaşanan kanlanmanın riskli olduğunu ifade eden Dr. Gedar, şu bilgileri verdi: “Kanlanma genelde konjunktiva tabakasını da içeren bir tahrişe veya iltihabi sürece bağlıdır. Göz kuruluğu, allerjik reaksiyonlar, mikrobik durumlar, yabancı cisimler, travma, ani çıkışlı göz tansiyonu, üveit olarak bilinen göz içi iltihabı, kirpik dibi iltihabı, güneşe ve ultraviyole ışıklara maruziyet, sistemik hastalıklar göz kanlanmasının nedenlerinden birkaçıdır. Romatolojik hastalıklar ve tiroid hastalıklarında da gözlerde kanlanmalar görülebilir. Gözde kan oturmaları ise belli bir bölgede yerleşimli olup genelde vücut tansiyonun yüksekliğine, travmalara, ıkınma, kuvvetli hapşırık, kusma gibi ani göğüs ve kafatası basıncı artışına bağlı olarak oluşur. Göz kanlanması ihmal edilmemeli, bir hekime başvurulup nedenleri araştırılmalı” dedi.

Göz Kanlanmasının Nedenleri:

Konjunktivit, (bütün göz kanlanmalarının büyük bir bölümünün nedenidir. )

Tiroid hastalığı,
Romatolojik hastalıkları,
Gözyaşı kanalı tıkanıklığı,
Glokom (göz tansiyonu),
Fiziksel darbeler,
Alerjik durumlar,
Bağımlılık yapıcı(uyuşturucu madde, uçucu madde) maddeler,
Uykusuzluk,
Kullanılan ilaçların yan etkileri

AĞRI VE SULANMA VARSA ACİL DURUM

Göz kanlanmalarının özellikle ağrı, sulanma ve görme kalitesinde azalmayla birlikte olduğu zaman acil durum teşkil ettiğini belirten Dr. Melike Gedar, sözlerini şöyle sürdürdü: ” Tedavi altta yatan nedene göre yapılır. Yabancı cisim varlığında cismin çıkartılması, ani göz tansiyonu varlığında tansiyonun düşürülmesi ve tedavisi, üveitlerde gerekli tedavinin yapılması ve sistemik rahatsızlıkların araştırılması, ultraviyole yanıklarında gözün uygun ilaçlar eşliğinde belirli süre kapatılması gerekir. Göz kızarıklığına neden olan olay göze kimyasal bir sıvının veya gazın gelmesi ise ilk yapılacak olan iş saniyeler içerisinde gözün ve çevresinin bol suyla yıkanması sonrasında en yakın sağlık merkezine ulaşılması olacaktır. Kontakt lens kullanıcılarında olan kanlanma ve ağrılarda kontakt lens kullanımı kesilip en kısa zamanda göz muayenesi yapılmalıdır. Alerjik durumlarda güneş gözlüğü ve gölgelikli şapkaların kullanımı önerilir. Şiddetli alerjik reaksiyonları tedavisi kısa sürede başlanılmalıdır.”

Obezite ile Mücadele’de’ Önemli Tavsiyeler

01 Kasım 2012 Yazan  
Kategori Sağlık

Konya Sağlık İl Müdürü Dr. Hasan KÜÇÜKKENDİRCİ, Sağlık Bakanlığı’nın ‘Obezite ile Mücadele’ kampanyası başlattığını hatırlatarak özellikle kadınlara önemli tavsiyelerde bulundu.

Konya Sağlık İl Müdürü Dr. Hasan KÜÇÜKKENDİRCİ, obezite ile mücadelenin önemini vurguladı. Sağlıklı toplum oluşturmak için dengeli beslenme ve fiziksel aktivitenin gerekli olduğunu belirten Küçükkendirci, ‘Obezite, vücutta depolanan yağ miktarının çok fazla olması şeklinde tanımlanmaktadır. Vücutta biriken yağ oranının artması ise kronik kalp ve damar hastalıkları başta olmak üzere diabet ve hipertansiyon gibi pek çok hastalığa neden olmaktadır ‘ dedi.

Özellikle kilo sorunu ile karşı karşıya kalan vatandaşların arasıra mucizevi diyetler peşinde koşmak yerine sürekli dengeli beslenmeye özen göstermeleri gerektiğinin altını çizen Küçükkendirci, ‘Esas olan öğün atlamadan ve tüm besin gruplarından dengeli biçimde tüketmektir. Bununla birlikte fiziksel aktivitelere de gereken önemin verilmesi ve süresi kısa bile olsa sporunda ihmal edilmemesi gerekmektedir’ dedi.

Türk toplumunun misafirperver bir toplum olduğunu ve gelen misafirlere büyük önem verildiğini hatırlatan Küçükkendirci, ‘Özellikle kadınlarımız arasında yaygın olan altın, kısır ve pasta günlerinde normalden fazla yenilip içildiği bilinen bir gerçektir. Bu nedenle kadınlarımız daha dikkatli olmalı ve obezite ile mücadelede aile bireylerine örnek olmalıdırlar’ dedi.

Kadınların aralarında kararlaştırdıkları oturma günleri yerine hareket etme günleri belirlemelerinin kendileri ve çocukları açısından son derece faydalı olacağını belirten Küçükkendirci, ‘Çocuklarımız ile daha fazla vakit geçiren kadınlarımız hayatlarında yapacakları küçük değişikliklerle daha sağlıklı bir yaşama adım atacaklar ve onları örnek alan çocuklarda bu değişimleri ilerleyen yıllarda sürdürerek sağlıklı ve obezite sorunu azalmış bir toplum meydana getireceklerdir’ dedi. Küçükkendirci, ” Kadınlarımız evdeki bu günler yerine belediyelerimizin yaptığı güzel parklarda spor günleri belirlesinler. Yaklaşık bir saat yürüyüş ve egzersizin ardından da çeşitli meyve ve salata türü besinleri tercih ederek bu günleri pasta, börek, kısır günlerinden spor eşliğinde meyve ve salata günü haline getirmelidirler ­’ dedi.

Çocukların ve gençlerin fast food türü yiyeceklerle öğünlerini tamamlamalarının bir alışkanlık haline dönüşmesinin ilerleyen yıllar içerisinde büyük sıkıntılara yol açacağını belirten Küçükkendirci, ‘Çocukların okulda başarısı için yeterli ve dengeli beslenmeleri çok önemlidir. Bu konuda da özellikle hanımlara önemli görevler düşmektedir’ dedi.

Seminere Katıldılar, Bebek Sahibi Oldular

01 Kasım 2012 Yazan  
Kategori Sağlık

Pendik Belediyesinin Özel Euro Fertil Tüp Bebek Merkezi ile birlikte geçtiğimiz yıl düzenlediği ‘Tüp Bebek Semineri’ 16 çiftin Bebek hasretine son verdi. Katılımcı çiftlere son teknolojik gelişmeler ve uygun bir tedavi ücreti sunan Tüp Bebek Merkezi Direktörü Dr. Hakan Özörnek, belediye ile başlatmış oldukları projenin bu yıl da 4 Kasım’da devam edeceğini belirtti.
Belediyenin Bebek hasreti çeken çiftler için geçen yıl Ekim ayında Euro Fertil Tüp Merkezi birlikteliğinde düzenlediği seminer, katılımcı çiftlere son teknolojik gelişmeler ve uygun bir tedavi ücreti sundu. Bulmuş olduğu bu fırsatı kaçırmak istemeyen 16 çift, Bebek merkezine kayıt yaptırarak 15 gün boyunca tedavi gördü. Bu kısa süre zarfında olumlu netice alan çiftler, 6 uzman doktor ve psikologun yer aldığı merkezde 9 ay boyunca profesyonel bir tedavi görerek Bebek sahibi oldu.

Lermi çiftinin mutluluğu, Hüseyin Kerem bebekle perçinlendi

Bebek sahibi olan 16 çiftten Gonca-Murat Lermi çifti, yaklaşık yedi yıldır Bebek hasreti çektiklerini belirtti. Daha önce iki yıl tedavi gören çift, bir sonuç elde edemedi ve ümidini yitirmek üzereyken Pendik Belediyesinin düzenlediği seminer dertlerine çare oldu. Seminerin afişini gördüğünde eşiyle birlikte katılmaya karar veren Murat Lermi, burada tüp Bebek merkezi medikal direktörü Dr. Hakan Özörnek’in sunduğu seminerden oldukça etkilendiklerini belirtti. Seminer sonunda tüp Bebek tedavisinin yüksek fiyatları yerine yarı yarıya bir fiyat tarifesi gören çift, tedaviye sıcak bakmalarının önemli nedenlerinden birinin de uygun tedavi ücreti olduğunu belirtti.

Çiftler, Tüp Bebek Merkezi ve Pendik Belediye’sine minnettar

Şuan 2 buçuk aylık olan Hüseyin Kerem adlı bebekleriyle poz veren çiftin mutluluğu gözlerinden okunuyor. Pendik Belediyesinin düzenlediği seminerin kendileri için umut ışığı olduğunu belirten çift, Bebek hasreti çeken aileleri unutmadığı için Belediye Başkanı Dr. Kenan Şahin’e de minnettar olduklarını belirtti.

‘Tüp Bebek Semineri’ 4 Kasım’da

Euro Fertil Tüp Bebek Merkezi Medikal Direktörü Dr. Hakan Özörnek, Pendik Belediyesi ile başlatmış oldukları sosyal sorumluluk projesinin bu yıl da devam edeceğini ve 4 Kasım’da Pendik Mehmet Akif Ersoy Sanat Merkezi’nde tüp Bebek sahibi olmak isteyen çiftler için 2. semineri düzenleyeceklerini belirtti. Dr. Özörnek, Bebek hasreti çeken çiftleri seminere katılmaya davet etti.

Dövme, Artık Tamamen Silinebiliyor

01 Kasım 2012 Yazan  
Kategori Sağlık

Büyüme çağındaki gençlerin en çok özendikleri ve ailelerinden en çok hayır cevabı aldıkları korkulu konu: Dövme, Artık tamamiyle silinebiliyor

5 Kasım 2012 Pazartesi günü saat 10:30 da Barbaros Point Hotel, Silver -2 salonunda gerçekleşecek olan basın toplantısında, Dermatolog Dr. Nejat Ata Ertek canlı yayında Dövme Silmede kullanılan en son teknoloji Qswitch ND YAG lazer sistemi ile uygulamalı olarak kamu oyuna göstereceği dövme silme işlemi Dövme Sanatçıları Destekleme Derneği temsilcisi Sn. Ateş Tor’un da canlı olarak yapacağı dövme ve yeni lazer sistemin uygulanması ile renkli geçeceğini inandığımız basın toplantısında sizi aramızda görmekten onur duyacağız.

Lazer ile Dövme Sildirme

Dövme yaptırmanın geçmişi en az 5000 yıl öncesine dayanır. İnsanların dövmelerini sildirme istekleri de bir o kadar eskidir. Dövme silmek için yapılan ilk denemeler kesme ve zımparalama yöntemleri olmuştur. 1990ların sonunda Q Switch lazerler geliştirilmiştir. Bu yeni nesil lazer sistemleri dövme silme için kullanılan son teknolojidir. Ayrıca, renkli dövmelerin çıkarılmasına da imkan vermektedir ve sağlıklı deriye zarar vermeden dövme silme işlemini gerçekleştirir. Makineden çıkan lazer ışını ile dövme mürekkebi parçacıklara ayrılır ve bu parçalar, vücudun doğal mekanizması ile atılır. Bu atılma işlemi genelde birkaç hafta sürer.

Siyah, tek renk dövmelerin çıkarılması, sarı kırmızı, yeşil dövmelerden daha kolay gerçekleşmektedir. Dövmenin silinmesini etkileyen en önemli faktör; dövmenin derinliğidir. Dövme boyası ne kadar derindeyse silme işlemi o kadar zor olmaktadır. Çünkü dövme lazerle silindiğinden lazer ışığının etkisi derinin ne kadar altına inerse o kadar azalmaktadır. Lazerle Dövme sildirmede büyük rol oynayan diğer etkense dövmenin yapıldığı bölgedir. Örneğin yüz ve boyun bölgelerinde çalışmak daha kolaydır. Çünkü o bölgede yüksek enerji ile çalışılabilmekte ve bölgenin daha hızlı iyileşme özelliğinin bulunmasıdır. Yüz ve boyun bölgesinden uzaklaştıkça dövme sildirme işlemi zorlaşmaktadır.

Dövme silme işlemi kaç seans sürmektedir?

Dövme Silme işlemi dövmeye bağlı olarak 1 ila 10 seans arasında değişmektedir. Açık renkli dövmenin silinmesi koyu renkli dövmelere göre daha zordur. Ayrıca açık ten rengine sahip kişilerde sonuç daha başarılı olmaktadır. Küçük bir dövme silme işleminin süresi 5 dakika sürerken, büyük veya birden fazla dövme için bu süre 1 saati bulabilmektedir.

Seans sayısını etkileyen faktörler nelerdir?

Dövme silme işleminde seans sayısını etkileyen birçok faktör vardır;

Kullanılan renkler;

Koyu renk dövmeler için 4-6 seans yeterli olurken, açık renk dövmeler için bu sayı 12’yi bulabilmektedir. Koyu renk dövmeler en hızlı şekilde cevap verirken bunu mavi, yeşil, kırmızı, turuncu ve pembe gibi sıcak renkler takip etmektedir. Kişinin kendi ten rengine yakın olan renkleri ve açık tonları silmek daha zordur. Bu renklerin işlemden sonra koyulaşma riski vardır. Bu nedenle, dövme sildirme işlemine başlamadan önce konsültasyon yapılmalıdır.

Kullanılan mürekkep türleri ve dövmenin derinliği;

Dövmenin profesyonel ya da amatör şekilde yapılmış olması dövme silme işleminin seans sayısını etkilemektedir. Amatör dövmeleri çıkarmak profesyonel olanlara oranla çok daha kolaydır. Günümüzde, 100’den fazla mürekkep çeşidi kullanılmaktadır ve bunların çoğu FDA tarafından onaylı değildir.

Kişinin ten rengi;

Açık ten rengine sahip kişilerin dövmesinin çıkarılması, koyu tene sahip olanlara göre daha kolaydır. Koyu ten rengi açığa göre daha fazla reaksiyon gösterir.

Kişinin bağışıklık sistemi;

Kişilerin bağışıklık sisteminin farklı olmasından dolayı, parçalanmış mürekkep pigmentlerini vücuttan atma hızı değişmektedir.

Bu işlem hangi bölgelere uygulanabilir?

Vücudun her tarafında ki dövmeler için lazer uygulaması yapılabilir.

Seans aralıkları ne kadardır?

Seanslar 4-8 hafta aralıklarla yapılmaktadır.

Uygulama sonrası nelere dikkat etmek gerekir?

Uygulama yapıldıktan sonra, işlem gören bölgenin güneşten korunması gerekir. Seanstan sonra ki 1 hafta tavsiye edilecek pomadı kullanmak yeterlidir. Tedavi gerçekleştiği gün, uygulama yapılan bölgeyi temiz tutmak ve bu bölgeye su değdirmemek gerekir. Ertesi gün duş alınmasında sakınca yoktur. Seans sonrası günlük hayatı etkileyecek herhangi bir durum olmamaktadır.

Lazer ile Dövme Sildirme Uygulamasından sonra öneriler

Lazer ile dövme sildirme uygulaması sonrasında hasta günlük aktivitelerine hemen döner. Bunun yanında yan etkiler ve tedavinin başarı oranı artırmak amacıyla bazı uyarılar önem kazanır.

Uygulama sonrası dövme üzeri kapatılacaktır. Kapalı bölge 24 saat kapalı kalmalı su ile temas etmemesi sağlanmalıdır. 24 saat sonra açılabilir, sonrasında direkt güneşe maruziyetten korunmak gerekir. Uygulama bölgesi nemlendirici krem ile günlük olarak nemlendirilmeli, eğer kabuklanma olursa kabuklar kopartılmamalıdır.

Uygulama sonrası, tedavi bölgesinin güneşten korunmalı, solaryuma girilmemeli. ( 2 hafta ). Uygulama bölgesine başka kozmetik işlem (peeling gibi) yaptırılmamalı. (4 hafta)

QSWİTCH ND YAG LAZERLER

Dövme çıkarılması işleminde kullanılan qswitch lazerler ,uygulama sonrasında cilt yüzeyinde iz bırakmaması açısından avantajlı bir tedavi yöntemidir.
Qswitch uygulamalarında , genellikle herhangi bir anestezi durumuna gerek kalmaz.Bazı durumlarda lokal anestezi gerekli olmaktadır. Q-switch ND-YAG lazer yöntemi ile öncelikle derinin altına enjekte edilmiş dövme boyasını ani şok etkisi ile parçalanarak vücuttan atılabilecek boyutlara gelmesini sağlar.
Atış sonrasında parçalanarak ayrıştırılan partiküller daha sonra üst doku ve lenfatik yollardan cilt yüzeyinden atılımı sağlanır. Derinin ısıya maruz kalan kısmı işlemden hemen sonra 10 ila 20 dakika içinde solmaktadır. Devamında 1 -2 hafta içinde tamamen dökülerek deriden atılan ince bir kabuk oluşmaktadır. Dövmelerin deriden silinmesi için genellikle birkaç hafta aralıklarla yapılan bir dizi seans yeterli olmaktadır.

Dövme işlemindeki parçalanmış pigmentlerin vücuttan atılma süreci 4-6 haftalık bir süreci kapsar.Bu sebeple seanslar arasında 4-6 haftalık aralıklar bırakılır.Dövmenin tamamen silinmesi için 4-10 seans uygulama yapılması gerekmektedir.

Qswitch ND YAG lazerler ile yapılan en önemli işlemlerde biri carbon peeling, sadece yüz bölgesinde değil vücudun herhangi bir yerinde ki lekelenmelere karşıda uygulanabilir.Leke tedavisi işlemi ve güneş lekelenmeleri ve çiller gibi yüzeysel lekeler için yapılan uygulamalar birkaç sean içerisinde sonuçlanır. Ayrıca cilt yenileme,akne tedavisi ve cilt renk tonu düzeltme amaçlıda uygulanmaktadır.Bu uygulama cilt yüzeyinde bir kalkan vazifesi gören carbon ile ısı cilt yüzeyinde düzenli yayılarak komplikasyon etkisini azaltıyor.Isı yoğunlaşması sayesinde ciltte yüzeysel bir soyulma oluyor ve bu sayede ısı şokuyla cilt sıkılaşıp aydınlanıyor,pürüzsüzleşip porlar(gözenekler)sıkılaşıyor.

Hangi Cilt Problemlerinde Etkili

*Cilt yenileme
*Cilt sebum dengesinin sağlanması
*Aktif akne tedavisi *Antiaging ve kırışıklı tedavilerinde
*Geniş gözeneklerin tedavisi *Dövme silme
*Çil yok etme
*Karbon peeling
*Güneş lekeleri
*PIH(İşlem sonrası oluşan lekeler)

Kırk Yaşından Sonra Çocuk Riski

01 Kasım 2012 Yazan  
Kategori Sağlık

Gazetelerde, televizyonlarda sıklıkla 40-45 yaşında çocuk doğuran ünlülerin haberlerini okuyoruz. Hatta ellili yaşlarda çocuk sahibi olmuş çiftlerin fotoğraflarına bakarak mutlu oluyoruz. Anlatmaya değer, gülümseten hikayeler. Ama bu mucize çocuk için, hangi aşamalardan geçildiğini, hangi risklerin alındığını, ne kadar hayal kırıklıkları yaşandığını biliyor muyuz acaba? ART Tıp Merkezi ve Amerikan Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum uzmanı Op. Dr. Senai Aksoy, 25 yıldır kısırlık ve tüp Bebek tedavileri ile uğraşan bir hekim olarak geç yaştaki hamileliklerin bu şekilde yüceltilmesine karşı çıkıyor. Bu pembe tablonun bir çok kadında yanlış algı yarattığını ve imkanları olmasına rağmen ideal zamanı bekleme, kariyer planlaması gibi sebeplerle çocuk sahibi olmayı ertelediklerini tespit ediyor. ART Tıp Merkezi ve Amerikan Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum uzmanı Op. Dr. Senai Aksoy geç yaşta çocuk sahibi olmakla ilgili en önemli soruları yanıtladı.

GEÇ YAŞTA GEBELIKTEN KASTINIZ NEDIR?

Amerikalılara göre geç yaşta hamilelik 35 yaşından itibaren başlıyor. Bu yaşlarda hamile kalmak genellikle bir problem yaratmıyor. Aynı durum 40 yaş ve üstünde söz konusu değil.

Öncelikle 40 yaş ve sonrasında bebekteki sakatlık oranı artıyor. Bu durum çok bilinen ve hakkında çok konuşulan bir kavram. Ancak oran artışını rakamlarla ifade edecek olursak, 25 yaşındaki bir hamile kadının Down Sendromlu bir çocuk dünyaya getirme riski 990’da 1 iken, bu oran 35 yaşında 380’de 1, 45 yaşında ise 28’de 1’dir. Elbette ikili, üçlü testler ve amniosentez gibi yöntemlerle bu patolojilerin tamamına yakınını tespit etmek mümkün. Ancak özlemle beklenen fakat yaşama şansı olmayan bir bebeği 4. veya 5. ayda doğurmanın, kadın ve aile için son derece yaralayıcı bir deneyim olduğunu da kabul etmek gerek.

Kırk yaşından sonraki gebeliklerin her zaman pespempe yaşanmayabileceğini de eklemek isterim. Bu yaştaki gebeliklerde yüksek tansiyon, diyabet ve erken doğuma daha sık rastlanıyor.

KIRK YAŞINDAN SONRAKI HAMILELIKLERE KARŞISINIZ O HALDE?

Kırk yaşından sonraki hamileliklere tabii ki karşı değilim. Özellikle de amacım o yaşlarda mutlu bir şekilde hamileliklerini sürdüren ve sonuna kadar götüren kadınları suçlamak değil. Bu yaşlarda hamile kalan kadınların daha motive, daha oturmuş, daha çocuk kıymeti bildiklerinin de farkındayım. Amacım bu yaşlara yaklaşan kadınları, her şeyin medya organlarında gösterildiği gibi basit ve kolay olmadığı konusunda uyarmak. Bu yaşlardaki en büyük riskin hiç hamile kalamamak veya hiç bir zaman çocuk sahibi olamamak olduğunu bilmek gerekir. Otuz yaş ve altı kadınların %95’i tedavisiz veya tedaviyle hamile kalacaktır. Halbuki kırk yaş ve üstü kadınların %35’i hiç bir zaman çocuk sahibi olamayacaklar.

Bu rakamların bilinmesinde yarar olduğunu düşünüyorum. “Ama benim bir arkadaşım var 45 yaşında doğurdu” denildiğini duyar gibiyim. Ben zaten 40 yaş sonrası hamilelik olmaz demiyorum. Ama şans azalıyor. Bunu da söylemek lazım! Ortada kaçınılmaz bir gerçek var. O da kadın fertilitesinin zaman geçtikçe azaldığıdır. İdeal koca, ideal ev, işteki en uygun zamanı beklemek hiç bir zaman çocuk sahibi olamama riskini taşır.

Şunu da söylemeliyim ki, muayene sonrası yanımdan çocuk sahibi olma imkanını kaybettiğini öğrendiği için ağlayarak çıkan kadınlar beni her zaman çok üzüyor. Artık kadınlara yalan söylemekten, yalancı ümit vermekten vazgeçmek gerekiyor.

KADINLARA HANGI KONUDA BOŞ ÜMITLER VERILIYOR?

Doğum kontrol yöntemlerinin sloganı uzun zamandır “ne zaman istersem kaç tane istersem” oldu. Ancak korunma yöntemleri çocuk istenmediği zaman hamile kalmayı engeller. Ne zaman istenirse hamile kalmayı sağlamaz. Bence bu kısaltma kadınlar tarafından yanlış algılanıyor. Öte yandan kariyer yapan savaşçı kadınların hamileliklerini ertelemeleri, gazete haberleri ve yıldızların geç yaştaki hamilelikleri ile doğallaştırıldı. Ben buna 40 – 45 yaşlardaki hamileliklerin kutsallaştırılması diyorum. Sadece bu kadınlara bu hamileliklerin bir kısmının yumurta bağışı yoluyla olduğunu (bu uygulama ülkemizde ve dünyadaki bir çok ülkede yasaklanmıştır) söylemeyi unutuyoruz.

YANI 40 YAŞINDA BIR KADININ YUMURTA BAĞIŞI DIŞINDA HAMILE KALMA ŞANSININ OLMADIĞINI MI SÖYLÜYORSUNUZ?

Kırk yaşında hamile kalmak hala mümkündür ama aynı durum 45 yaşında söz konusu değil. Burada bilinmesi gereken 20 yaşındaki bir kadının ay başına düşen hamile kalma şansı %25 civarındayken bu oran 35 yaşında %9, 40 yaşında %6, 45 yaşında ise 0’a yakındır. Burada söylenmesi gereken bir diğer gerçekse, 40 yaşındaki hamileliklerin çoğunun daha önceden çocukları olan kadınlarda istenmeden kaza ile olan gebelikler olduğudur. Çocuk istenildiği zaman araya giren stres ile işin rengi tamamen değişiktir.

KADINLARIN ÇOĞU 45 YAŞINDA MENOPOZDA OLMADIĞINA GÖRE BU SÖYLEDIĞINIZ NASIL OLABILIYOR?

Öncelikle kadında yaşlanan organın rahim değil, yumurtalıklar olduğunu bilmek gerekir. Bir kadın bilimsel olarak başka bir genç yumurta kullanılması şartı ile 50 hatta 60 yaşında da hamile kalabilir. Bunun sağlık üzerindeki etkileri, çocuğun geleceği, etik ve dini yönleri elbette başka bir tartışma konusu. Şunu da bilmek gerekir ki, düzenli adet olması o kadının hala hamile kalacağını göstermez. Adet olması ne yumurtlama olduğunun, ne de yumurtlama olsa dahi o yumurtanın döllenmeye uygunluğunun bir belirtisi değildir. Adetlerin durmasından çok önce kadının hiç farketmeden üreme fonksiyonları biter. Kabul etmenin kolay olmadığını biliyorum ama anne olmak için bu fonksiyonların sonuna gelindiği bir yaş da var.

Özetlemek gerekirse, 20 yıldır kısırlıkla uğraşan hekimler olarak 40 yaşındaki kadınların çocuk sahibi olmalarının çok kolay olduğunun söylenmesine karşıyım. Bu gerçek değil. Eğer bu yaşta hamilelik olmuşsa bu harika bir şey. Buna söylenebilecek hiç bir şey yok. Hamileliği daha yakından takip etmek çoğu zaman sağlıklı bir Bebek sahibi olmaya yetecektir. Ancak 40 yaşına kadar bekleyin, hemen hamile kalacaksınız, hayat pespembe, nurtopu gibi bir kızın veya oğlun olur gibi söylemlere karşıyım. İnanıyorum ki sadece bunların söylenmesi dahi bir çok kadının çocuk yapma niyetlerini öne alacaktır. Ben kendi adıma sevimsiz olma riskine rağmen bunları hastalarıma söylüyorum. Gerçi o yaşta hamile kaldıklarında ” hani ne demiştin” diyorlar ama şunu iyi anlamak lazım. Ben asla hamilelik olmaz demiyorum. Sadece risklerden bahsediyorum.

Duruş Bozukluğu Rahatsızlığına Dikkat!

01 Kasım 2012 Yazan  
Kategori Sağlık

Okulda saatlerce oturmak zorunda olanların karşılaşabileceği problemlerin başında duruş bozukluğu geliyor. Öğrenciler ergenlik döneminde olduğu için omurga yapıları diğer kesimlere göre uzun süre masa başında oturmaktan daha çok etkileniyor.

Uzmanlar; tedavi edilmezse kalıcı sağlık sorunlarına yol açabilecek bu problem için gündelik hayatta dikkat edilmesi gereken kuralları ve egzersiz önerilerini açıklıyor.

Kimler risk altında?

Duruş bozukluğu genellikle ergenlik döneminde, uzun boylularda ve oturarak çalışanlarda görülüyor. Masa başı çalışmalarda, kalem ya da klavyeyle yazı yazarken kollar öne doğru gelince omuzdan itibaren kaslarda uzama meydana geliyor ve uzayan kas daha güçsüz oluyor. Vücudun ön kısmıyla arka kısmı arasında güç farkı duruş bozukluklarını doğuruyor. Güçsüz tarafı egzersizle takviye etmek duruşu da düzeltiyor. Life Fitness Uzmanları, duruş bozukluklarını önleyebilmeniz için şu önerilerde bulunuyor.

Nasıl oturmak gerekiyor?

Eğer düzgün durmayı ilke edinirseniz sırt ağrılarınızın azaldığını göreceksiniz. Bir süre sonra da hiçbir şikayetiniz kalmayacak.

Otururken öne doğru eğilmemeye dikkat etmelisiniz. Omuzlarınız öne doğru gelmemeli. Sürekli olarak omuzlarınızı geri itmeniz ve midenizi içinize çekmeniz, vücudun ağırlığını eşit olarak çeşitli bölgelere dağıtmanızı sağlayacaktır.

Okul eşyalarınızı tek kolunuzda/omzunuzda değil mümkünse sırtınızda taşıyın. Eğer kolunuzda taşıyorsanız sürekli aynı kolunuzu kullanmayın. Bu bir kolunuz gelişirken diğerini kas ve görünüm olarak güçsüzleştirir.

Eğileceğiniz zaman sırtınızı öne eğmeden, dizlerinizi kırarak diz çökmelisiniz. Böylece sırtınıza fazla yük binmesini önleyebilirsiniz.

Çok uzun süre oturmaktan kaçınmalısınız. Verilen aralarda birkaç dakika bile olsa mutlaka yürüyün.

Bacak bacak üstüne atarak oturmamaya özen gösterin çünkü bu alışkanlık kan dolaşımını zorlaştıracaktır.

Uzmanlar duruş bozukluğu ve bundan kaynaklı sorunları gidermek için şu egersizleri öneriyor;

İlk öneri spor yapanlar için…

Spora gidenler estetik kaygılarla aynada görünebilen kısma daha çok ağırlık verdiği için (göğüs, karın gibi) sırt kasları çalıştırmayı ihmal edebiliyor. Programınıza sırt egzersizlerini de mutlaka eklemelisiniz. Kürek çekmek ya da First Degree gibi kürek cihazlarıyla salonunuzda ya da evinizde çalışmak sırt kaslarınızı geliştirmeniz için idealdir.

Evde ise şu hareketler size yardımcı olacaktır

Yere oturun ve bir bacağınızı ileriye doğru uzatın. Diğerini ise bağdaş kurarmış gibi kıvırın. Elinize bir havlu alın ve uzattığınız ayağınızın ortasına gelecek şekilde iki ucundan tutun. Havluyu yavaş yavaş kendinize çekin. Bu hareketi her iki bacağınıza da dörder kez uygulayın.

Sırt üstü yatın. önce bir dizinizi elinizle göğsünüze doğru esnetin. Aynısını diğer bacağa da uygulayın. Her iki bacak için bu işlemi dörder kez yapın.

Biraz daha dikkat ve özenle sırt ağrılarını yok etmek zor olmayacaktır.

Kaynak:Womenist.net

Bir Kahve Molasına Bir Hayat Sığdırın

01 Kasım 2012 Yazan  
Kategori Sağlık

Dünyanın her yerinde gerek acil durumlarda gerekse tedavi amaçlı, insanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için kan nakline ihtiyacı vardır.

Dr. Back-Up danışmanı Dr. Yusuf Gökmen, “18-65 yaş arasında, önemli bir sağlık problemi bulunmayan, vücut ağırlığı 50 kilonun üzerinde olan kişiler kan verebilir. Verilen 1 ünite kan, 3 kişinin hayatını kurtarabilir” diye bilgilendiriyor.

Her yıl binlerce insan, hastalık veya kaza sebebiyle kana ihtiyaç duyuyor. Bu sebeple kan bağışçısı olmak binlerce insanın hayatını kurtarıyor. Dr. Back-Up danışmanı Dr. Yusuf Gökmen, her geçen gün artan kan ihtiyacı konusunda toplumsal bilinç oluşturmak için kan bağışının önemine dikkat çekiyor.

1 ünite kanın 3 kişinin hayatını kurtarabileceğini söyleyen Dr. Gökmen, “Ağırlığı 50 kilonun üzerinde, 18-65 yaşları arasındaki sağlıklı her birey, 3 ay ara ile yılda en fazla 4 kez kan bağışı yapabilir” diye bilgi veriyor. TC kimlik numarasının yazılı olduğu kimlik belgesiyle bağış merkezine başvurmanın yeterli olduğunu söyleyen Dr. Gökmen, “Kan vermeden önce yorgun, uykusuz ve aç olmamalısınız. Son 24 saat içinde aşırı miktarda alkol almayın. Son 3 gün içinde aspirin içmeyin, kullandığınız ilaçları ve yaptırdığınız aşıları bildirin” diyor.

Kan bağışı yapmak için Bağışçı Bilgi Formu’nu eksiksiz bir şekilde doldurmanın çok önemli olduğunu vurgulayan Dr. Gökmen, “Bağışçı Bilgi Formu’na samimi ve doğru yanıtlar vermelisiniz. Ardından sizi doktor muayene eder ve testler yapar. Daha sonra uzman hemşireler tarafından hijyenik şartlarda ve tek kullanımlık malzemelerle kan alma işlemi tamamlanır. Kan verdikten sonra 15 dakika kadar dinlenmek gerekir. Bu esnada meyve suyu tüketmek, sıvı kaybının giderilmesinde etkili olur” diye konuşuyor ve tüm bu işlemlerin 25-30 dakika içerisinde tamamlanacağını söylüyor. Dr. Gökmen, kan bağışının, kan bekleyen kişilerin hayatlarını kurtarmanın yanı sıra birçok faydası da olduğunu belirtiyor:

• Kemik iliğinin yağlanmasını önleyip, kan yapımı canlı tutulur.
• Verilen kanın yerine, anında vücuttan genç hücreler dolaşıma katıldığı için, bağışçı daha dinç ve canlı olur.
• Kandaki yüksek yağ oranı düşer.
• Kan bağışının baş ağrısı, stres, yüksek tansiyon, yorgunluk gibi rahatsızlıkların giderilmesine katkısı olur.
• Kan bağışçısı her kan verdiğinde; AIDS, Hepatit B, Hepatit C, Sifiliz kan grubu taramasından ücretsiz olarak yararlanmış olur.
• Trafik kazasında yaralanan bir kimsenin, kan uyuşmazlığı olan bir bebeğin, kan bulunmazsa ölecek bir hastanın sizin verdiğiniz kanla kurtulmasının, size verdiği manevi duygu ölçüsüzdür. Bağışınız çok insancıl ve onurlu bir davranıştır.

Kan bağışının günlük yaşantının akışında önemli bir değişikliğe yol açmadığını aktaran Dr. Gökmen, birkaç noktaya dikkat etmek gerektiğini de belirtiyor:

• İlk 4 saat boyunca her zaman olduğundan daha çok sıvı gıdalar almaya çalışın.
• Kullanıyorsanız 30 dakika geçmeden sigara içmeyin. Baş dönmesi, bulantı gibi şikayetlere yol açabilir.
• İlk birkaç saat kan verdiğiniz kolunuzla ağır şeyler taşımayın. Bu kanamaya neden olabilir.
• Bir sonraki öğünden önce alkollü içecekler almayın.
• Kan bağışladığınız gün; ağır spor faaliyetleri yapmayın, aşırı sıcak ortamlarda (hamam, sauna vb) bulunmayın.
• Pilot, ticari araç şoförleri, iş makinesi operatörleri, yüksek yerlerde bedeni faaliyet gösteren vb. kişilerin kan bağışladıktan sonra 24 saat işlerine ara vermeleri önerilir.
• Eğer baygınlık hissi, baş dönmesi olursa bir yere uzanın veya başınızı iki dizinizin arasına alacak şekilde oturun.

Türk Kızılayı’nın ülkemizin kan ihtiyacının büyük bir bölümünü tek başına karşıladığını söyleyen

Dr. Back-Up danışmanı Dr. Yusuf Gökmen “Kızılay, ülkemizdeki kan talebini karşılamak ve aynı zamanda güvenli kan temin etmek amacıyla, Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) de kabul ettiği gönüllü kan bağışı yoluyla Türkiye çapında çalışmalar yapıyor. Kan bağışı yapmak için şehrinizdeki Türk Kızılayı bağış noktasına gidebilirsiniz” bilgisini de sözlerine ekliyor.

Premature bebeklerin bakımında 10 hassas nokta

01 Kasım 2012 Yazan  
Kategori Sağlık

Normalde 40 hafta olarak kabul edilen anne karnındaki sürecin 37 haftadan önce sonuçlanması, prematüre olarak tanımlanıyor. Doğum, 37 haftadan ne kadar aşağı düşerse, bebeğin karşılaşacağı sorunlar o kadar artıyor. Bu durumu “Bebek yetişkin bir insanın küçülmüş hali değildir!” diyerek açıklayan uzmanlar, bebeklerin kendine özgü özellikleri olduğunu ve erken doğan bebeklerin sağlığının mutlaka Yenidoğan alanında uzmanlaşmış hekimler tarafından izlenmesi gerektiğini vurguluyorlar.

Yenidoğan ve Çocuk Hastalıkları Uzmanı Dr. Gülnihal Şarman, Acıbadem Maslak Hastanesi’nin kendi deyimiyle ‘Bebek Geliştirme Ünitesi’nde prematüre doğan veya başka hastalıklarla savaşan bebekleri hayata bağlamak için çalışıyor. Kendisi de bir anne olan Şarman, doğumdan hemen sonra kızının yoğun bakıma alınmasını hiç unutmuyor. Bu tecrübe, onun ailelerle empati kurmasını sağlıyor. Böylece aileler, Bebek yoğun bakım ünitelerine rahatça girebiliyor, bebeklerini görüp onlara dokunabiliyor. Tıptaki gelişmeler ve hastaların psikolojileri doğrultusunda prematüre Bebek bakımındaki 10 hassas noktayı araştırdık.

İyi Bir Ekip

Yoğun bakım ekibi eğitimli, deneyimli, Çalışkan ve dinamik olmalı. Ayrıca bu ekibin tüm dikkati kesintisiz olarak bebekler üzerinde yoğunlaşmalı.

Anne-Babanın Bebekten Ayrılmaması

Anne ve babanın, Bebek ne kadar prematüre doğarsa doğsun, ondan hiçbir zaman ayrılmamaları gerekiyor. Çünkü dokunma, bebekle anne-baba arasındaki duygusal bağın oluşmasını sağlıyor. Doğumdan sonra bebeğin durumu uygun olur olmaz, anne ve babayla ten teması yaptırıyoruz. Bebek ten temasıyla saatlerce uyuyabiliyor. Böylece annenin de endişeleri azalıyor ve sütü artıyor. Bu uygulamaya ‘kanguru bakımı’ deniliyor. Durumu kritik olan bebekler için anne babaların biraz daha sabırlı davranmaları, beklemeleri gerekiyor.

Geniş Hizmet Yelpazesi

Prematürenin bulunduğu hastanenin gelişmiş bir radyoloji ünitesinin, donanımlı bir laboratuvarının ve 24 saat hizmet veren kan ünitesinin bulunması son derece önemli.

Eğitim ve KAlite Seviyesi

Yenidoğan bakımı yapacak hemşirelerin bu alanda uzmanlaşması oldukça önemli. Yenidoğan bakımının çok önemli olmasına rağmen bu, Türkiye’de hemşirelerin uzmanlaştığı bir alan değil. Bu yüzden en kısa zamanda üst uzmanlık alanı haline getirilmesi gerekiyor.

Annenin Perinatollojik Bakımı

Perinatoloji; yüksek risk taşıyan annenin ve bebeğinin doğum öncesi bakımını planlayan bilim dalı. Düzenli kontrol yaptıran kişilerde, kadın doğum uzmanı, Bebek ya da anneyle ilgili bir riski hemen fark ediyor ve gerekli müdahaleyi yapıyor. Bebek, mümkün olduğunca uzun süre anne karnında tutuluyor.

Anne Sütü

Anne sütü prematüreler için kurtarıcı. Bebeklerin özellikle sindirim ve bağışıklık sistemlerini güçlendiriyor. Bu yüzden bebeklerin doğar doğmaz anne sütüyle beslenmesine önem taşıyor.

Akciğerlere Özel İlaç

Artık prematürelerde akciğer hastalığından korkulmuyor, çünkü bu durumu önleyecek iki ilaç var. Birincisi erken doğum riski yüksek olan anneye yapılan kortizon, ikincisi ise doğumdan sonra bebeğin akciğerine direkt olarak uygulanan biyolojik bir ilaç.

Taburcu Olurken

Prematüre bebeği hastaneden çıkarırken çok ciddi bir planlama yapmak gerekiyor.  Bu dönemde anne, bebeğin bakımını ve ilaçlarını öğreniyor. Ayrıca anneye, evde acil bir durumda ne yapması gerektiği canlandırmalı eğitimlerle anlatılıyor.

Ailelerin Gelişim Sürecinde Desteklenmesi

Prematüre bebekler, taburcu olduktan sonra giderek açılan aralarla kontrol edilmeli ve gelişimleri yakından takip edilmeli. Ayrıca bebeklere geri kaldıkları alanlarda özel destekler verilmeli.

Prematürenin Anne-Babası Olma Süreci

Erken doğan bebeği olan aileler, dışarıdan türlü negatif bilgiye maruz kalıyor. Bu ailelere bebeklerinin sağlıklı büyüdüğünü, hastanede geçen zorlu günlerin bittiğini hissettirmek gerekiyor. Bu noktada onlara güzel bir geleceği yansıtmak biz doktorlara düşüyor.

Prematürenin Dereceleri

37 haftalıktan daha küçük doğan bebeklere prematüre deniyor.

34-37 hafta    Geç Prematüre

30-34 hafta    Ara Prematüre

28-30 hafta    Tam Prematüre

26-28 hafta    İleri Prematüre

24-26 hafta    Yaşamın Sınırında Prematüre

Kaynak:Womenist.net

Vücudun Üretemediği En Gerekli Yağ

01 Kasım 2012 Yazan  
Kategori Sağlık

Besinlerden yeterli miktarda alınamayan Omega-3 eksikliği özellikle çocuklarda beyin ve göz gelişimi, dikkat eksikliği, davranış bozuklulukları, öğrenme güçlüğü gibi birçok problemleri gündeme getirir. Yapılan bilimsel araştırmalarda yetişkinlerde kalp krizi riskini azalttığı, Alzheimer, diyabet, bağışıklık sistemi üzerinde etkili olduğu saptanmıştır.

Dr. Özlem Karahasanoğlu
Çocuk Hastalıkları ve Sağlığı Uzmanı

Omega-3 vücut için temel yağ asitleridir ve haftada 3 kez balık yiyerek ihtiyacı karşılamak mümkündür. Ancak burada iki önemli problem var. Bir; Omega- 3’ün çok fazla olduğu balıklar soğuk ve derin deniz balıklarıdır. Tuna, sardalya, somon, ringa, uskumru gibi… İkincisi ise tüm dünya için geçerli olan deniz kirliliğidir. Soğuk su balıklarının denizden aldığı ağır metaller, tüketildiğinde insan vücuduna geçer. Özellikle gebelik ve küçük çocukluk döneminde vücuda besinlerle alınan ağır metallerin yol açtığı hasarlar hiçbir şekilde geriye dönülemez sonuçlar doğurur. Şu da yanlış bir algıdır; hiç balık yemeyelim… Bu gruplar dışında kalan balıklar tüketilebilir. Ancak günlük tükettiğimiz balıklardaki Omega-3 düzeyleri çok yüksek değildir.

Dışarıdan Takviye Şart!

Gebe ve küçük çocuklara haftalık 3 porsiyon balığı balık olarak değil bu etkilerden arındırılmış balık yağları olarak vermek daha doğru olabilir. Durum böyle olduğunda diğer önemli noktaya dikkat etmek gerekir; çok fazla balık yağı markası olduğu için ağır metallerden ayrıştırma sürecinin çok düzgün işlemlerden geçtiğinden emin olunması gereklidir. Balık yağları hazırlanırken tatlandırılır, kokuları biraz daha güzelleştirilir ya da hiç kokusuz hale getirilebilir. Gelişen son teknoloji ile artık kokusuz balık yağı üretmek mümkün olmaktadır. Balık yağı içmekte zorlanan çocuklar için kokusuz balık yağı sağlıklı bir seçenek olabilir.

Vücudun Üretemediği En Gerekli Yağ: OMEGA-3

Omega-3’ler vücudun olmazsa olamazlarıdır. Bazı şeyler vardır ki alsanız iyidir ama almasanız da olabilir. Omega-3 için bu böyle değildir.

Beyin Gelişimindeki Rolü

Beyin gelişimi için ‘olmazsa olmaz’dır. Yapılan çalışmalarda annenin gebelik sırasında aldığı balık yağının bebeklerin ileriki yaşlarda algılamalarında fark yaratılabildiği gösterilmiştir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki; anne sütü balık yağı yani Omega-3 açısından zengindir. İlk 6 ay anne sütüyle beslenen bebekler anne sütü almamış olanlarla karşılaştırıldığında bilişsel fonksiyonları fark gösterebilir. Beyin ve göz gelişimi için ilk 2 yıl çok önemlidir. Anne sütü alamayan bebeklerin ve daha büyük çocukların dışarıdan almaları uygun olabilir.

Kalp-Damar Sağlığındaki Rolü

Kalp-damar sistemindeki damar sertliğine yol açabilecek olan yağ plaklarını azalttığı “tromboz ” denilen pıhtılaşmayı engelleyen süreçlere yardımcı olduğu ispatlanmıştır.

Bağışıklık Sistemindeki Rolü

Bütün hücrelerin zarlarında mevcut olan Omega-3 dolayısıyla tüm sistemlerin gelişmesi için önemlidir. Çünkü tüm sistemler iyi çalıştığında bağışıklık sistemi iyi çalışır. Bu nedenle bağışıklık sistemini direk etkiler.

Omega-3 Tedavinin Parçasıdır!

Sakinleştirici etkisi üzerine yapılan araştırmalarda Omega-3’ün depresyonu ve saldırgan davranışları azalttığı saptanmıştır. Hiperaktif çocuklarda faydası görülmüştür. Alzheimer ve diyabet tedavisinde de olumlu etkisi olduğuna dair çalışmalar vardır. Omega-3 yani balık yağı, kalsiyumun kemiğe yerleşmesine, dolayısıyla boy uzamasına da yardımcı olur.

Şunu unutmamak gerekir; Omega-3 tedavinin bir parçasıdır.

Kullanılan Doz Çok Önemlidir!

Fazla miktarda alındığında kanamalara sebep olabildiği gibi bazı beklentileri tam tersine çevirebildiği de görülmüştür. ‘Bu çok mucizevî birşey ben günde 3-5 kere alayım’ şeklinde bilinçsizce tüketilemez. Kesinlikle doktor tavsiyesinde alınmalıdır.Bazı durumlarda bazı ilaçlarla etkileşimde olabilir. Hem dozaj açısından hemde kullanılan ürünün güvenilirliği açısından en azından eczacıya danışılmasında fayda vardır.

Omega-3 ömür boyu alınabilir ama doğru dozajda. Bu sırada tabii ki balık yemeye devam edilmelidir. Yazları balık sezonu bitiyor balık yasağı başlıyor. Balık yenilemiyorsa Omega-3 tüketilmesi daha mantıklıdır. Ayrıca balık yağının başka bir deyişle Omega-3’ün mevsimi yoktur her zaman tüketilebilir.

« Önceki Yazılar